
Vural Çakır
Değerlerimiz, Kültürümüz Ve Batılılaşma
İnsanoğlu topluluk halinde yaşadığı zamandan bugüne kadar, farklı biçimlerde hayatını devam ettirmiştir. Değişik coğrafyalarda yaşayan insanların hayatlarını sürdürürken oluşturdukları gelenek ve örfleri de farklı oluşmuştur. Bunda yaşadıkları coğrafyanın olduğu kadar, genetik karakterin de önemli rolü vardır. İnsanların kullandıkları eşyalar, giyinme, yeme, barınma şekilleri, dinleri ve dilleriyle insanların uzun süre devam ettirdikleri ve daha sonraki nesillere aktardıkları bu yaşama biçimlerine “kültür” denilebilir. Kızılderililer, Lidyalılar, Meksikalılar, Aborjinler, Çinliler, Araplar, Türkler vb. millet ve kavimler anılınca bunlar hakkında akla ilk anda gelen sembolik unsurlar vardır. İşte bu unsurlar o toplumların ve milletlerin kültürünü oluşturur. Kültür bir başka deyişle bir milletin kimliğidir.
Kültür geniş anlamda nedir, kültür ve medeniyet Ziya Gökalp'in dediği gibi farklı kavramlar mıdır, kültür değişir mi gibi soruların ayrıntılı cevabı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak tarihimizde daha öncelere de dayanmakla birlikte, Tanzimat Fermanı ile resmen başlayan ve bir Cihan İmparatorluğunun dünya sahnesinden çekilip yeni bir devlet kurduğumuz günden bu güne kadar halen halledemediğimiz şu medenileşme, muasırlaşma, Batılılaşma hikayemiz ne durumdadır? Hedef neydi ne oldu? Ne kazandık, ne kaybettik? Bu soruların cevaplanması gerekmektedir. Son zamanlarda özellikle de Batının bütün kuvvetiyle İstiklal şairinin ifadesiyle “Medeniyet size çoktandır diş biliyor/ Önce parçalamak, sonra da yutmak diliyor” ifadelerini ispat edercesine yok saydığı, yok etmeye çalıştığı, her türlü fesadı ve terörizmi bir şekilde bizim için beslediği düşünülürse bu soruların cevabı daha da önem kazanmaktadır. Çoğunlukla basit bir taklitten öteye gidemeyen Batılılaşmamız, günümüzde kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ve sosyal medyanın kontrolsüz kullanımıyla özellikle eğitim alanında olmak üzere, kültürel kimlik ve toplumsal değerlerle uyuşmayan tutumlarla karşılaşıldıkça sıklıkla gündeme gelmekte ve değerler eğitimi bağlamında konuşulan sorunların merkezinde yer almaktadır.
Toplumda Batılılaşma konusunda yaşanan kafa karışıklığında ve zaman içinde belirginleşen batı hoşnutsuzluğunda, “Batı” diye genel tanımlanan ama sadece Batıdan ibaret olmayan, evrensel insani değeleri, materyalist ve pozitivist anlayışlarına feda eden toplumların son zamanlardaki tavrı etkili olmaktadır. Bu karşı duruş toplumumuzun evrensel, medeni ve teknolojik gelişmelere karşı olması şeklinde anlaşılmamalıdır. Batılılaşmak, muasır medeniyeti yakalamak adına Batılı değerlere atılan her adım, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi kültürümüzden kopma ile kendimiz olma yolundaki büyük engelleri de beraberinde getirmektedir.
Bilinçli olarak Batılılaşma tercihi yapanlar, tarih sahnesine mührünü vurmuş bir milletin din, dil, sanat, edebiyat, gelenek gibi alanlarda bin yılı aşkın süredir hayat sahnesinde sergilediği kültür dinamikleri ve toplumsal değerleri yerine, Batının büyük ölçüde mensup olduğu Hrıstıyanlık dininden aldığı kültürüne tercih etmişlerdir. Nikah törenlerinden bayram tebriklerine, yılbaşı kutlamalarından anneler ve babalar gününe, her gün yenileri çıkan anma, kutlama günleri, yarışmalar toplumsal hayatımıza bir değer olarak çoğu zaman da devletin teşviki ile yerleştirilmiştir. Batı medeniyeti kendi hayat tarzlarından devşirdiği ve hiç de bizden olmayan kutlamaları, hem kültürel, hem de ekonomik sömürünün bir parçası olarak ve iyi niyet altında topluma benimsetmeye çalışmış, ne yazık ki büyük oranda da başarılı olmuştur. Batı menşeli kutlama günleri yaklaştıkça alışveriş merkezlerindeki kampanyalar ve yükseltilen ticari beklenti bunun en açık delillerindendir. Batılıar bu alanda zafer kazandıklarını düşünmektedir. Bunun en dramatik örneklerinden biri Keriman Halis’in 1932 de Belçika’da Batılıların, Müslümanları yenilgiye uğratmanın bir nişanesi olarak dünya güzeli seçilmesindeki jüri diyaloglarıdır. Bununla birlikte bize ait olan kandilleri, dini ve milli bayramları bile kendi kapitalist çarklarına ilave bir dişli olarak yerleştirmeyi de başarmışlardır. Yoksa her gün katlettikleri onlarca Müslüman annenin ve yetimlerin gününü kutlamanın hiç de umurlarında olmadığı pekala anlaşılabilmektedir. Kurtuluş savaşında işgal kuvvetlerini temsilen Yunanlıları denize döktüğümüz halde, giderken düşürdükleri balolarını, danslarını güzellik yarışmalarını, yortularını, hasılı kültürel kalıntılarını kullanmaya devam ettiğimiz anlaşılmaktadır. Yine dikkate değer bir durumdur ki Batı kültürünün ilk istilası da, Avrupalı devletlerin Kurtuluş Savaşı öncesi işgal ettikleri Anadolunun batı kıyılarından başlamıştır.
Batılılar şunu gayet iyi bilmektedir: Anadolunun direncini askeri güçle bitirmek mümkün değildir. Ancak kültürel köklerden koparılması durumunda her alanda mukavemetini kaybeder ve yabancı kültürlerin istilasına açık hale gelir. Bu cümleden hareketle, İslam’ın sancaktarlığını yapmış bir milletin, vatanını Kurtuluş Savaşında Batılıların istilasından kurtarırken şehit verdiği evlatlarının cenaze törenlerinde dahi 18. yy. 2. çeyreğinde Fransız sanatçı Chopin’in’ bestelediği cenaze marşı bir asır sonra salavat ve tekbir yerine çalınmış, bazen insanlar cenazelerin arkasından yaptıkları dua merasimlerini bile gizlemek durumunda kalmışlardır.
Diğer taraftan, Batılıların Anadolu insanını köklerinden uzaklaştırma ve kendi kültürünü yaygınlaştırma emeline, ülkemizde Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Batılı değerleri benimseme konusundaki bilinçli tavrı da uygun bir zemin hazırlamıştır. Büyük ölçüde İslami değerlerden teşekkül etmiş kılık kıyafet, harf, ölçü ve tartı aletleri, takvim, hafta sonu tatil günlerinin değiştirilmesi ve bunların batıdaki normlara uydurulması daha çok Malazgirt zaferinden sonra kökleşen ve Türk İslam kültürü olarak adlandırılabilecek hayat tarzının büyük oranda terkedilmesini de beraberinde getirmiştir. Bu sadece yönetimde değil, bütün alanlarda tam anlamıyla bir sistem, bir hayat tarzı değişikliğidir. Diğer bir ifadeyle işleyen mekanizmaya yepyeni bir yazılım yüklenmiş, bu yeni yazılımla daha önceki sistemin hiçbir parçası çalışamaz duruma getirilmiştir. Devletin, benimsediği ve uyguladığı yeniliklere(!) uyum sağlayamayan, bazen de direnç gösterenleri cezalandırması tebayı da doğrudan etkilemiştir. Bu süreçte aksayan yönleri olmakla birlikte tekkelerin, zaviyelerin ve medreselerin kapatılmasıyla ortaya çıkan din eğitim ve öğretim açığı, devletin de kurumlarında dini eğitime yer vermemesi nedeniyle ciddi oranda büyümüştür. Bu boşluğu doldurmaya çalışan samimi insanlar bir çok sıkıntıya rağmen bazen de canları pahasına toplumun en temel talebi haline gelen dini eğitim ve öğretimi sürdürmüşlerdir. Bununla birlikte çeşitli adlar altında teşkilatlanan gruplar, dini eğitim ve öğretim ümidiyle etraflarında topladıkları insanları kendi dini anlayışları ve bazen de gizli emelleri doğrultusunda yönlendirmişlerdir. Toplumun dini hayatı ve devlet en fazla da bu grupların anlayışlarından zarar görmüş ve telafisi imkansız durumlar ortaya çıkmış, aileler arasına bile fitne girebilmiştir.
1950 lerden sonra Batı kaynaklı kültür emperyalizmi zaman zaman eleştirilse de, günümüze kadar Batıya göre hizada kalmamız konusundaki temel ve resmi yaklaşımda kayda değer bir değişim ol(a)mamıştır. Son zamanlardaki Batılı tavrın ve değerlerin ciddi anlamda sorgulanmasına, artık perde arkasından çıkıp niyetlerini aleni haykırmaları, aleyhimizde olduğunu düşündükleri her konuda ittifak etmeleri de etkili olmuştur. Bu temel eleştirel yaklaşıma rağmen mevcut durum bir anda bu değerlerden kopmamızı sağla(ya)mayacaktır. Bu değerlere ulaşmak için yürüdüğümüz mesafeyi, kendi köklerimize ulaşmak için de kat etmek zorundayız. Köy Enstitülerinde uygulanan ders programının yarısının kültür dersleri olduğunu ve bu derslerde ağırlıklı olarak batı menşeyli kültürün anlatıldığı düşünülür ise yapılacak çok iş var demektir.
Batılılaşma konusunda Cumhuriyetin ilk yıllarındaki temel değişikliklerden birkaçına kısaca değinirsek, alfabe konusundaki değişim, dünyada benzeri görülmemiş bir uygulama olarak karşımıza çıkacaktır. Bir toplumu kültürel köklerinden, tarihinden, geleneğinden uzaklaştırmanın en kestirme yolu, geçmişiyle en köklü iletişim köprüsü olan dili farklılaştırmaktır. Bu tercihin son derece bilinçli olduğunu Cumhuriyet’in II. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün hatıratındaki “…Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapatmak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. …Yeni nesiller eski yazıyı öğrenmeyecekler, yeni yazıyla çıkan eserleri de biz denetleyecektik….Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı” satırlarından öğreniyoruz.
Donamınlı bir enerji santralinden, milyonlar harcayarak yaptırdığınız malikhanenize bir kablo ile elektrik alamamışsanız, paha biçilmez kristal avizeleriniz biblo olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Harf inkılabıyla, geçmişimizin ışığı ile geleceğimizi aydınlatmanın temel aracı olan alfabe ve buna bağlı olarak yazıya dayanan bütün birikimimizle irtibatımız kesilmiş, Osmanlıca yazılan kaynaklar ve kütüphaneler müze statüsüne düşmüş, bin yıldır kullanılan alfabeyi okuyabilenlere uzman muamelesi yapılmıştır. Merhum Prof Dr. Tahsin Banguoğlu bu durumu, bir kova suya damlatılan birkaç damla mürekkebe benzetir ve nasıl ki birkaç damla mürekkep suyun berraklığını bozuyor, onun gibi bir toplumun dilini tahrip etmek de kökleriyle olan bağı bozar ve tahrip eder şeklinde ifade etmişti. Prof Dr. Erol Güngör de dil ile ilgili durumu anlatırken, bu toprakların tapusu niteliğinde olan maddi kültür unsurlarına karşı tavrı eleştirmiş, sadece Arap harfleriyle yazılı diye bazı mezar taşlarının, cami kitabelerinin tahrip edildiğini, hatta İstanbul Üniversitesinin portal kapısı üzerindeki kitabenin bile üzerinin kapatıldığını ifade etmiştir. Osmanlı arşivlerinin atık kağıt gibi ton hesabıyla vagonlarla Bulgarlara satıldığı da aynı kaynakta yer bulmaktadır. Bu arşivlerin elimizde olmamasının bedelini, Kerkük'te, Musul’da Halep’te Filistin’de Ermeni iddialarında, nihayet şu andaki milli sınırlarımız içinde olmayan, Osmanlının hükmettiği bizim için de halen gönül coğrafyamızı oluşturan topraklarında ne kadar ağır ödediğimiz ortadadır.
Dil alanındaki değişim sadece alfabeyle sınırlı değildir. Yeni alfabeyi benimsememizden sonra da bu alanda bir istikrar yakalayamadığımız anlaşılmaktadır. Ancak örnek aldığımız Batıda durum böyle değildir. Dil konusunda alfabelerini ithal ettiğimiz batı oldukça muhafazakardır ve ne hikmetse böyle bir derdi hiç olmamıştır. Günümüzde lisede okuyan bir Alman genci 18. yy ın başlarında yaşamış ve yazmış Goethe‘ye, bir Fransız genci yine 18. yy da yaşamış Jean J. Rousseau’ya ait bir kitabı alıp sadeleştirmeye bile gerek kalmadan okuyabilir, anlayabilirken modern Türkçe'nin parlayan yıldızı Ömer Seyfettin'in çocuklara Türkçe öğretmek için yazdığı kitaplar, yazılışlarından 15-20 yıl sonra sadeleştirme yoluna gidilmiştir. Özellikle son zamanlarda İstiklal Şairi’nin yazdığı “Çanakkale Şehitlerine” şiiri bir çok törende okunmakta ancak lise öğrencilerimiz yarısını ancak anlayabilmektedir. 1960 lı yıllardan önce yazılmış hemen hemen her eser ortaöğretim seviyesine indirilmek için sadeleştirilmeye gidilmiş, ama liseli gençliğin bu kitapların orijinalini anlama seviyesine yükseltilmesi düşünül(e)memiştir. Hatta sadeleştirme zorunluluğu bazen Türkçeden Türkçeye tercüme gibi bir garabete dönüşmüştür. Bugün bin kelimelik yarısı uydurma bir Türkçe ile yazmaya çalışan günümüz insanları arasından bin yıllık Türkçe ile yazan Yahya Kemal ya da on sekiz bin kelime ile yazan Fuzuli gibi derinliği asırları kaplayan şair ve yazarların çıkması çok zor görünmektedir.
Kültürün en önemli taşıyıcılarından birisi de müzik ve folklordur. Batıya benzeme ve Türk kültürünü Batılı değerlerle değiştirmek için çaba sarfedilmiş, klasik Türk müziğinin ve folklorunun yerine, senfoni, flarmoni orkestrası, bale vb. batılı değerler özenle yerleştirilmiştir. TRT nin tek kanal olduğu ve kısa sürelerle yayın yaptığı dönemlerde pazar günü öğle vaktinde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserinin bir saat ısrarla yayımlanması bu konudaki özel örneklerden birisidir. Kurulan ilk fabrikalarda klasik batı müziğinin zorunlu olarak çalınması da bu çabalara ilave olarak zikredilmelidir. Müzik ve folklor bizim sadece eğlence hayatımızı şekillendirmez. Biz; sevincimizi, üzüntümüzü, düğünümüzü, bayramımızı, zaferlerimizi, yaşadığımız felaketleri, dini ve milli kültürümüzü ifade etmek için müziğimizi ve folklorumuzu kullanırız. Bu alanda Kültürümüzü ve değerlerimizi yeni kuşaklara aktarmamızı sağlayan binlerce örnek sayılabilir.
Bu konularda da geçmişe oranla daha iyi bir durumda olmadığımız ortadadır. Gençlerimizin çoğunun anlamadıkları dillerde müzik dinlemeleri bunun kendilerine değer kattığına inanmaları kültürel yozlaşmanın en basit halidir. Özellikle toplam tarihleri iki yüz yılı bile bulmayan ve toplama milletlerin oluşturduğu Amerikan kültürünü, binlerce yılın birikimi, tecrübesi ve bir milletin hayat tarzına tercih etme gayreti sonuçta bugün değerler eğitimi kapsamındaki sorunların bazılarını karşımıza çıkarmaktadır.
Bütün bunların yenilik ve çağdaşlıkla ilgisinin kurulması da kültür bağlamında düşünüldüğünde tutarlı görünmemektedir. Burada söz konusu olan teknolojik gelişmeler yani maddi kültür değil; bir milletin kimliği, temel hayat tarzı yani manevi kültürdür. Kültürde yeni olanın eskiden daha iyi olacağına dair bir kanaatin de geçerli olması düşünülemez. Roma İmparatorluğu ile günümüz İtlaya'sı, Eski Yunan ile günümüz Yunanistan'ı arasında iki bin yıla yakın bir zaman farkı varken, Eski Yunan ve Roma medeniyetini oluşturan heykeltıraşlar, filozoflar ve müzisyenler kalitesinde sanatkarların, günümüzde kendi kültürlerinden beslenemedikleri sürece, Yunan ve İtalyan halkları arasından çıkması zor görünmektedir.
Sultanahmet'i Selimiye'yi ya da Dolmabahçe Sarayı’nı yapan büyük mimarlardan asırlar sonra, çok daha gelişmiş matematik ve mühendislik bilmelerine rağmen Kocatepe, Çamlıca vb. camilerini ya da büyük plazalar, iş merkezi yapan mimarların daha kültürel ve kalıcı eserler bıraktıkları söylenemez. Ayrıca Batı, görsel sanatlarla ya da yazılı eserlerle kültürünü aktarmaktadır. Bizde ise kültür, bütün bu unsurlarla beraber yaşanarak, bir hayat tarzı olarak aktarılmaktadır. Yunus Emre'nin Mevlana'nın, Hacı Bektaş Veli'nin, kültürümüzde öne çıkmalarının asıl sebebi yaşantılarıyla oluşturdukları evrensel etkidir.
Toplum olarak Batlı hayat tarzını ve değerlerini son 15-20 yıldır daha belirgin hissediyor ve yaşıyoruz. Batının ürettiği teknolojiyi kullanmanın, belli oranda kültürüyle de tanışmayı ve en azından teknolojinin dilini kullanmayı berberinde getirdiği kabul edilmelidir. Haberleşme araçlarının çeşitlenmesi, sosyal medya ve iletişim paydaşlarının çoğalması ve büyük bir kısmının da kişisel iletişim çerçevesinde yapılması, başta ebeveynler olmak üzere, toplumsal kontrolü zorlaştırmakta ve batının öngördüğü hayat tarzını temsil eden figür ve figüranlar, bizim kendi değerlerimizle donatamadığımız çocuklarımıza rol model olmaktadır. Tarih bir milletin özgeçmişidir. Özgeçmişini bilmeyen ya da bilgisi kronolojik sıralamadan ileri gitmeyen, tarih bilinci oluşturulamamış, bize dost olmayanı rol model alan çocuklarımıza Çanakkale savaşında şehit olan lise son sınıf öğrencilerini örnek göstermenin de istenildiği gibi bir sonuç vermesi beklenmemelidir. Öncelikle çocuklarımızın hayallerini yeniden oluşturmamız, milli kodlarla düş mühendisliği yazılımı hazırlamamız gerekmektedir. Çocuklarımız basit anlamda da olsa medeniyet ile kültür ayrımını yapabilecek duruma getirilmelidir. İkisinin kaynağı da Batı olmasına rağmen Bilgisayar kullanmakla, yılbaşında Noel Baba beklemenin aynı davranış olmadığını bilmeleri gerekmektedir. Gençlerimizin hayallerini yeni telefon almak yerine, yeni telefon yapmak süsleyebilmelidir. Kuşkusuz bunun için öğretim programlarından daha öncelikli olarak eğitim planlamaları yapılmalı, değerler eğitimi altında bütün coçuklarımıza ulaşılması sağlanmalıdır. Kendi tarih ve kültürlerini bildiklerinde, başkalarına hayranlık duymaktan da uzaklaşacaklar ve aradaki lehimize olan büyük farkı anlayacaklardır. Aksi halde çocuklarımızın tertemiz dimağlarını yabancı kültür istilasından kurtarabilmemiz zor görünmektedir.
Bir fikre öfkeleniyorsanız ona ihtiyacınız var demektir. Batılı tavrın ve kültürün toplumun büyük çoğunluğu ve devlet eliyle ciddi sorgulanmasıyla birlikte son zamanlarda milli kültüre olan ilginin 50-60 sene öncesine oranla artırılmaya çalışıldığı, adına nostalji de denilse birtakım kültürel miraslara sahip çıkıldığı da görmezlikten gelinemez. Okullardaki müfredatın daha milli kodlarla yazılması, seçmeli dersler arasında dini ve kültürel ağırlıklı derslerin de yoğun olarak yer bulması, tarihe ilişkin toplumsal duyarlılığın artması, içinde biraz magazin barındırsa da tarihimizi anlatan kitaplara ve filmlere ilginin artması, milli sınırlarımızla birlikte, gönül coğrafyamızdaki tarihi ve kültürel eserlerin restora edilmesi, Anadolunun kadim kültürünün ortaya çıkarılmasıyla ilgili çalışmalara hız kazandırılması gibi çalışmalar bu kabilden sayılabilir. Ancak bu gelişmeyi ekonomik ve teknolojik gelişmelerle güçlendirmek zorundayız. Bunu yapabilirsek teknolojinin ve ekonomik gücün avantajını kullanarak adeta kültürel kimlik değerlerimize saldıranlara, dünyada medeniyet kurmuş üç-dört milletten birinin varisleri olarak tarihi ve kültürel refleksimizi gösterebiliriz. Toprak üzerinde taşıdığı değerlerle vatana dönüşür. İstiklal Şairimiz ne güzel ifade ediyor: “Sahipsiz olan vatanın batması haktır/ Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır”
Vural ÇAKIR vuralcakir52@gmail.com
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.