
Vural Çakır
İnsanlık Nereye Gidiyor?
İnsanlık tarihi, öldürmek ve yaşatmak için yapılan çalışmalar ve keşiflerle dolu. “Ölüm” ve “hayat” ayrı kutuplar olarak düşünülse de, gece ve gündüz gibi birbirini tamamlayan, anlamlandıran olgular. Bu nedenle hayatı merkeze alan çalışmaların bazen ölüme de kapılar açtığı biliniyor. Deneysel laboratuvarlarda üretilen ölümcül virüslerin yanlışlıkla insana bulaşması, biyolojik silah olarak organizmaların kullanılması, temel bilimlerin gelişmesinden kendi alanlarındaki üretime destek bulan silah sanayii, fen bilimlerinin keşiflerinden istifade eden insanların kitle imha silahları üretmeleri ve daha neler neler…
Diğer taraftan da insanın yaşamasına destek verebilmek için sağlık alanında yapılagelen zor, titiz ve pahalı çalışmalar. Ve her ikisini de elde etmek için harcanan milyarlar… Bu iki farklı çabadan; ne yazık ki öldürmeyi hedefleyenlerin daha başarılı olduklarını insanlık tarihinden öğreniyoruz.
Öldürmeyi, yok etmeyi hedefleyenlerin niyetleri ortada: Hangi nedenle olursa olsun “düşman” olarak tanımlananı yok etmek ya da zararından korunmak. Ancak hayatı tehdit eden tehlikeler her zaman insan eliyle bertaraf edilemiyor.
Çoğunlukla insanları kendi konumlarına göre sınıflandıran ve kendilerine, çevrelerine insan; bazılarına da insancık sıfatını uygun görenler de yok olma tehdidinden kurtulamıyor. En çok endişelenenler de maddi varlığın ve teknolojinin kendisini bütün zorluklardan ve tehlikelerden koruyacağına inanmak isteyenler, inananlar.
Bilimsel araştırmalar insanlığın en az dört defa büyük oranda yok oluş yaşadığına işaret ediyor. Belki de bunların biri, ikisi salgın hastalıklar nedeniyle gerçekleşti.
Teknolojik gelişmeler sayesinde hayatı kolaylaştıran, tüketimi ve hızı olabildiğince abartan insanoğlu, yok oluş anlamına gelebilecek bir afetten kurtulabileceğini düşünüyor. Çünkü bugünler için geliştirdikleri yapay zekâ ile çalışan sistemleri, koruyucu sensörleri var. Onlara göre Dünyanın öbür ucunda sivrisinek uçsa yakalanır bu sistemlere.
Sonra genç ve güzel görünmek için milyarlar harcayan insan için zaten ölüm “ötelenmiş” bir olgu. Ölümü konuşup hayatın tadını kaçırmanın bir anlamı da yok zaten. Hayatta çılgınca yaşanacak çok şeyler var ve özellikle varlıklı insanlar için ölüm her zaman çok erken.
Ancak, bu varlıklı insanlara göre maddi yetersizlikler içinde bulunan ve dünyada varlığı hükümsüz olan, varlıklıların asalağı gibi duran insancıkların ölmelerinde bir mahsur yok. Hatta bu kadar insan bu dünyaya çok ve niteliksiz insanların bir kısmı ölebilir. Bu nedenle hiv virüsünden son kırk yılda ölen 32 milyon Afrikalı hiç umurlarında olmadı. Afrika’da Asya’da hala kol gezen salgın hastalıklar ve açlık, susuzluk medenî(!) dünyanın umurunda değil. Dünya’ya yön verenlere dokunmayan yılan binler yaşayabilir.
Gelinen noktada Covit 19 virüsünün yaygınlaşmasıyla hangi konumda olursa olsun insanlar aynı noktada birleşmek zorunda kaldı: İçinden geçtiğimiz zaman dilimi “ölümlerden ölüm beğen” değil, hayatlardan hayat beğen”mek için gayretleri birleştirme zamanıdır. Çünkü virüs salgını süresince ölümlerden ölüm beğenmek için özel bir çabaya gerek yok; ölüm her diyarda, her tarafta, din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin kol geziyor. Hem öyle salına salına geziyor ki, fiziki varlığı olan silahlar gibi yüklenmemiz, omuzlamamız, taşımak için devasa araçlar bulundurmamıza gerek yok. Bu nedenle insanoğlu hiç olmadığı kadar yaşamak için birleşiyor. Görülüyor ki milyarlar harcanarak oluşturulan savunma sistemleri bir işe yaramıyor ve bütün insanlar bir tek gemide olduklarının farkına varıyor.
Bu durum İnsanların kaygılarını ve önceliklerini değiştiriyor. “Mal varlığımdan ne kadarını kaybederim” düşüncesinden, canını koruma derdine düşüyor. Her ne kadar “mal canın yongası” da olsa; önce can sonra canan. Yoksa, insancıklarla birlikte çok kıymetli(!) canlar da hayat sahnesinden çekilmek zorunda kalacak. Bazılarının bunca nimet içinde yüzen canı elbette daha tatlı. Ancak bu salgın için bütün canların tadı aynı. Dünyayı hizaya getirdiğini düşünen, her şeye hükmettiğini zanneden insana bir virüs diz çöktürdü.
Bu süreçte kendilerini “kaliteli insan(!)” görenler, servetlerinin, karizmalarının kendilerini koruyamayacağını, acizliğin herkes için geçerli olduğunu, yapay zekâların da fayda sağlayamayacağını, ölümün herkesi eşitlediğini anladıklarında geç kalmış oldular. İç içe geçmiş savrulan dünyanın, biraz ayrışmasının, biraz yavaşlamasının, tüketmekten yetinmeye dönmenin zamanının çoktan geldiğini anladılar. İnsan fabrika ayarlarına geri dönmeliydi.
Dünyanın her yerinde hayat yavaşladı, durdu. Böyle bir sebeple belki de tarihte ilk kez Beytullah ve şubeleri kapatıldı. Sanki Kâbe’nin örtüsü mü’minlerin bu günlerdeki duygularına tercüman olmak için siyahtı.
Belki bunlar iyi günlerimiz. Geçmişte olduğu gibi çok daha kolay ve hızlı yayılan, bulaştığı her insanı dünya hayatından koparan bir virüsün çıkmayacağının garantisi yok. Hatta bazı bilim insanları bunun yüksek bir ihtimal olduğunu ifade ediyor. O zaman da insanın aklına “Kaçacak yer neresi” ayeti geliyor.
Artık bütün çılgınlıkları deneyen İnsan, teknolojik verilerin, sanal oyunların kontrolünden çıkıp kendi akıl ve iradesinin ayarlarına teslim olmalı. Makinada vicdan olmaz, ancak insanın vicdan, insaf, merhamet gibi değerleri var. İnsan, bilimsel önceliklere dikkat edip tedbirli ve tevekkül içinde olmalı. Öncelikle Hakk’ını, haddini, sınırlarını ve sorumluluklarını bilmeli. Bu hayatı kendisi ve çevresindekiler için “yaşanmaz” kılmamalı. İnanan insan için “Ölümde hayat var” ifadesi doğru; ancak hatta da halen hayat varsa, hayat nimetini de sonuna kadar adam gibi kullanmalı. Fabrika ayarlarına, yaratılış gayelerine geri dönmeli ve dünyayı gelecekte de yaşanabilir kılmaya gayret etmeli.
Hasılı insan, söz dinleyen bir “kul” ve herkes için “iyi insan” olmalı.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.