Keşke İnsan Dokunmasa

Yakın geçmişe kıyasla hayatı kolaylaştıran teknoloji, araç -gereçler insanın yaşadığı her yerde daha fazla kullanılıyor. Bununla birlikte her gelişmenin bizi her alanda “ileriye” götürmediği de görülüyor. Tarihsel olarak baktığımızda teknoloji ivmesi hep ieleri ve yukarı gittiği halde; her geçen günün ve teknolojik gelişmelerin; medeniyete, insan onuruna, insanlığın kadim değerlerine ve doğaya sürekli iyileşen ve yükselen bir ivme ile katkı sunmadığı anlaşılıyor. Belki de bunun sebebi son zamanlarda Dünya ya hâkim olan medeniyetlerin insanî değerlere bakış açısıyla ve doğaya karşı vurdumduymaz tutumu ile ilgili. Bizim insanımızın sıklıkla “hey gidi günler” deyip iç çekmesinin sebebi, en önemli temsilcisi olduğumuz Türk- İslam Medeniyeti’nin değerlerinin insan hayatında daha fazla yer aldığı ve bütün yaratılmışların haklarının gözetildiği dönemlerin özlemi olmalı.

Son zamanlardaki vurdumduymazlıkla insan, üzerinde yaşadığı, onsuz hayatını sürdüremeyeceği kesin olan ve herkesin vatanı durumundaki Dünya’nın dengesini bozarak geleceğini tehlikeye atıyor. Bozulan dengenin yeniden düzeltilmesine çalışılsa da büyük kaybı telefi edebilecek gayretten çok uzak kalıyor. İmar edelim derken kaçırdığımız ölçü nedeniyle, kolay olsun, güzel olsun, şekilli olsun derken, elimizdeki de kayboluyor. “Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” la açıklanabilecek bir durumdur bu. Bir sanatçının özene bezene yaptığı bir heykelin burnunu, gözünü düzelteyim derken, eski haline gelmesi mümkün olmayacak şekilde iyice tahrip eden, estetik ve sanat değeri oldukça azalmış bir heykel bırakan acemi çırak misali.

Dünya, büyük tahribata rağmen kısa süren pandemi nedeniyle çalışmayan fabrikalar, kirletilmeyen sular, azalan gürültü nedeniyle yeniden kendine gelme emareleri verdi. Ama doğanın kendine gelme sevinci uzun sürmedi. Kendine ve çevresine en büyük kötülükleri yapabilme yeteneğine sahip insan kontrolü yeniden ele aldı. Nihayet Hızla tükenen Dünya’nın kaynaklarıyla birlikte insanlık ta kendini bitiriyor. Ancak bu tükenmenin aktörleri haz, hız, servet ve hükümranlık peşindeki serüvenlerine ara veremedikleri için bu durumun farkında değiller. Meşhur bir örnektir, kaynar suya atılan kurbağa sıçrayıp çıkarken, ılık suya bırakılan kurbağanın yavaş yavaş ısıtılan suda ölmesi misali.

Kısa yoldan daha fazla kazanmak, az emekle çok yemek elde etme anlayışı doğal hayatı hiç olmadığı kadar tehdit ediyor. Kur’an’dan öğrendiğimize göre vahye muhatap olan arıya bile hile yapmasını öğreten insan balın bile tadını kaçırdı. “Sahte bal” kavramı gündeme geleli çok olmadı. Yakın zamana kadar “bu bal sahte mi?” diye bir soru sorulmazdı. Sorulduysa da cevap genellikle “sahte değil, gerçek bal” şeklinde değil, “nasıl yani, balın sahtesi mi olurmuş” gibi şaşkınlıkla karışık, biraz da kızgınlık ifade eden cevaplar verilirdi bu saçma! soruyu sorana. Şimdilerde bu soruyu sormazsanız, sahte olup olmadığını araştırmazsanız eksik kalıyor. İnsan ihtirasları uğruna arıyı bile yalancı! çıkarmayı başardı. Aslında bal doğrudan aklı olmayan arı tarafından çiçeklerden toplanan nektar vb. unsurlardan oluşturuluyor. Yani insan müdahalesi yok. İlk anda akla “yaratılmışların en değerlisi olan ve akıl nimetiyle donatılmış insanın müdahalesi olsa daha değerli olurdu” düşüncesi gelebilir. Ama hiç de öyle olmadığını deneyince öğreniyoruz. İnsanın müdahil olduğu bazı işlerde “Orjinalinden daha iyi oldu(!)”denir. Bu söz sanki orjinalin o kadar da iyi olmadığına ikna eder insanı. Hâlbuki insan çoğu zaman orjinali bozuyor ve kendi oluşturduğu yapay standartlara sığınıyor.

Domateslerin eski tatlarının ve kokularının olmadığından yakınıyoruz şimdilerde. Acaba kusur toprakta mı, tohumda mı, güneşte mi, suda mı, rüzgarda mı? Sizce kusur kimde? Kusur insanda. Adeta ilahlık rolüne soyunup “ben her şeye kadirim” diyen ve haddini aşan insanda. Otuz-kırk yıl öncesinde biraz şekli bozuk, çoğu kızarmış, az bir kısmı yeşil kalmış küçüklü büyüklü temiz toprağın parmak izlerini üzerinde taşıyan domatesler “kendimizi geliştirdik, daha iyilerini yaptık” deyip bugünkü halleriyle karşımıza çıkmadı. İnsanı endüstrinin bir parçası gören anlayış, şekilselliğin, gösterişin, görüntünün öne çıktığı, karşılık bulduğu günümüzde, kimyasallarla kirletilmiş toprakta, genetiği değiştirilmiş, her çiçeğine hormon enjekte edilmiş, yapay iklimlendirilmiş ortamlarda zoraki yetiştirilmiş kısır ama afilli domatesleri, şeklini beğenmedikleri geleneksel domatesin iki katı fiyata sattı. Bu aldanmışlığın üzerinden yirmi otuz yıl geçti. Bu arada domates gibi genetiği ile oynanan, temiz toprak yerine kimyasal otamlarda yetişen ve güzel ambalajlarda sunulan diğer yiyecekler afiyetle tüketildi. Doğal kokuları kalmayınca da aromaları ciddi bedllerle şişelerde satılmaya başlandı. Mısır aroması, domates aroması, portakal aroması tereyağı aroması… Binlerce yılık birikim ve alışkanlıklar değişti. İnsanın bünyesi bu laboratuvar sistemine ayak uyduramadı, sağlık sorunları baş gösterdi.

Bu sefer de aynı akıl hocaları “Organik tarım” diye yeni bir pazar oluşturdular. Bu defa yeniden şekli biraz bozuk domatesleri şekilli olanların iki katına satmaya başladılar. Üstelik geçmişte üretimin çoğu okuma yazma bile bilmeyen, bilgelikleri “Anadolu irfanı” olarak nitelenen kadınlar tarafından yapılırken, şimdilerde organik ürün üretenler birkaç farklı disiplinde yetişmiş uzman istihdam ederek bunu gerçekleştirdiklerini övünerek söyler oldular. Hatta ürünlerin pahalı olmasının bir sebebinin de organik tarım yapılabilecek alanın azlığından kaynaklandığın ifade ettiler. Ne oldu bizim Anadolu topraklarına, kim kirletti?

Aynı durum insan için de geçerli. İnsanın da sevgisinin, saygısının ve değerlerinin yerine, görüntüsü öne çıktı. Bir çok insan görüntüyle ruhsuzluğunu perdelemenin peşinde. Lütfedilen akıl bunun için mi? Akıldan, kılavuz alınması gereken vahyi ve kıvam verecek vicdanı çıkarırsak ortaya menfaatperest, bencil ve adeta görüntüye tapınan bir varlık kalır: Akıllı ama vicdansız ve merhametsiz bir varlık.

Bir öykülerde insan ömrü bir ağaca, o ağacı kemiren siyah ve beyaz iki fare de gece ve gündüze benzetilir. Artık iki fareyle yetinmiyor tüketim toplumunu yönetenler. Kendi besledikleri başka renkteki fareleri de saldılar insanlık ağacının köklerine. Hatta onlar sadece kemirmiyor, içten içe bütün genlerini değiştiriyor, kanını emiyor, çürütüyor.

Dünya atalarımızın mirası, çocuklarımızın emaneti. Atalarımızın canla başla kanlarıyla yoğurarak bize emanet ettiği bu topraklara, bugünün yetişkinleri yeterince sahip çıkamadı. Korkarız ki çocuklarımıza, “toprak” dediğimizde aklımıza gelen değerlerden pek de bir şey kalmayacak. Bir kısmını betonla doldurduk, bir kısmını da kirlettik.

Demişler ya insanın kendine ettiğini hiç kimse edemezmiş.

Vural ÇAKIR

[email protected]

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Vural Çakır - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Memur Postası Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Memur Postası hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Memur Postası editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Memur Postası değil haberi geçen ajanstır.